Can Kıraç
Reklâm kuruluşlarının, içine girdiğimiz seçim dönemini, siyasi partilerimizin tanıtımı konularında kamuoyuna sürecekleri örneklerle renklendirmelerini beklemekteyiz. Eskilerin "imaj yaratma" olarak nitelendirdikleri çalışmalar, "değişim" modasına uyularak, artık, "kurumsal kimlik" belirlemesi olarak isimlendiriliyor. Vergilerimizle vatandaşın cebinden çıkan ve bol keseden siyasi partilere aktarılan paralarla desteklenen bu tanıtım kampanyalarının bizleri ne kadar etkileyeceğini ve nasıl yönlendireceğini yaşayarak öğreneceğiz.
Dostum Aydın Boysan'ın bir uyarısı daima aklımdadır: "Derinlemesine bilmediğin konularda yazı yazma ve yakından tanımadığın dişçinin koltuğuna oturma!" Yazı yazmak için konuyu iyi bilmenin gerekli olduğunu artık öğrendiğimi sanıyorum! Dişçiyi tanıma koşulunu ise Aydın Boysan şöyle anlatmıştı: "Dişçi elindeki makkapla uzun süren bir uğraştan sonra hastasına sorar: 'Dişinizin altın kaplaması ne kadar kalınmış?' Hasta ter içinde şöyle cevap verir: 'Doktorcuğum dişimi deleli çok oldu! Şu anda kıravat iğneme ulaşmış bulunuyorsunuz!" Bu traji-komik durumu, önümüzdeki seçimde politikacıları seçerken, vatandaşlarımızın ne denli dikkatli olmaları gerektiğini hatırlatmak için yazıyorum!
21.asra girdiğimiz bu yeni dönemde, konuları ve ürünleri topluma anlatmanın önemi herkesçe kabul edilmiştir. Bu anlamda, reklâm sektörü, ulusal, uluslararısı ve evrensel düzeyde yükselişini sürdürüyor. Böylece, demokrasilerde; "Girişim, Anlatım ve Seçme" özgürlüklerinden vazgeçilemiyeceğini, yıllar sonra ulusça öğrendiğimizi umuyorum.
Bir inanışa göre, insanlar yasalar önünde eşit doğuyorlar! Pazar ortamında bu eşitlik kayboluyor. Bunun için de, eşitsizlik olgusu bireyin egemenliğini devamlı olarak tehdit edi-yor. Bu gerekçeyle, bireyin serbestçe bilgilendirilmesi eşitsizliğin aşılması için en etkili yol sayılıyor.
1965 yılında, Lübnan'lı göçmen bir ailenin oğlu, kasaba avukatı Ralph Nader'in "Öldüren Otomobiller!" isimli kitabı ile Amerika Birleşik Devletleri'nde General Motors'a açtığı ilginç bir hukuk mücadelesi yaşanmıştı. Neticede, fabrikasyon hataları yüzünden maddi hasara ve insanların ölümüne sebep olduğu için General Motors yüklü tazminatlar ödeme durumunda kalmış, dünyanın en büyük şirketinin başkanı, televizyonlarda, kasaba avukatı Nader'en özür dilemişti. Bu olay, iletişimin ferdin serbestçe bilgilendirilmesinde ne derece önemli bir gücü temsil ettiğinin klasikleşen bir kanıtı olmuştu. Ne yazık ki, "sözüm ona demokrasilerde" işbaşına gelen siyasetçilerin yaptıkları yanlışlıkların bedelini ödemeleri, eğer unutulmassa, seçimden seçime işlemekte, uğranılan zararlar, daima milletin sırtında kalmaktadır.
Konuyu otomobile getirdiğim için, 1968 yılında yaşadığım ilginç bir iletişim "fiyaskosu"nu sizinle paylaşmak isti-yorum: Anadol otomobillerinin yollarımızda kendini göstermeye başladıgı 1968 yılında ülkemizde ilk defa bir otomobil rallisi yapılmıştı. Biz, Otosan gurubu olarak, Anadol'ların ralliye sayıca büyük bir ekiple katılmasını kararlaştırmıştık. Başarılı sonuç alındığı takdirde ralli sonuçlarını kamuoyuna çarpıcı bir şekilde duyurmayı amaçlıyor, iletişimin bütün olanaklarından yararlanmak istiyorduk. Reklâm dünyamızın duayeni Eli Acıman'la beraber Anadol'un yaratıcıları Bernar Nahum, Ahmet Binbir, Doğan Gönül ve diğer isimsiz kahramanlarla rallinin etap etap sonuçlarını, kendimiz için kurduğumuz Ralli Merkezi'nde telefonlarımızla izlerken, en az ralliciler kadar terlediğimizi ve heyecanlandığımızı hiç unutmuyorum! Sonuçta, 7 Mayıs 1968 Pazartesi günü sabaha karşı umudumuz gerçekleşiyor, Türkiye'nin ilk otomobili Anadol Türkiye'de yapılan ilk rallinin kendi gurubunda şampiyonu oluyordu! Ve Anadol'un bu zaferi, aynı günün sabahında, İstanbul'da basılan bütün gazetelerde tam sayfa ilanlarla halkımıza duyuruluyordu.
O günlerin gerçek bir iletişim harikası olan bu kampanya, ne yazık ki, kısa bir süre sonra Anadol'un şampiyonluğuna şike gölgesi düşürmüş, şampiyonluk haberi ile şampiyonluk reklâmı'nın aynı gün yayımlanmış olması bütün emeklerimizin boşa gitmesine sebep olmuştu. Ralli hızıyla gerçekleştirilen reklâm kampanyası, Anadol'un başarısını halkımıza inandıramamıştı. Bu olayı, kıssadan hisse çıkarmaları için bugünün "kurumsal kimlik danışmanlarına" hatırlatıyorum.
Reklâmın insanların bilgilendirilmesinde ki önemini yaşayarak öğrendiğimiz bir dönemde, reklâma güvenmeyenlerin bulunduğunu da unutmamalıyız. Ünlü bir reklâm müşterisinin; "Reklâm bütçemin yarısının boşa atıldığını biliyorum! Ama bunun hangi yarısı olduğunu henüz anlayamadım!" demesi unutulmayan anekdotlar arasındadır. Şu bir gerçektir ki, reklâmcı ile reklâm müşterisi arasında bitmeyen pazarlıkların temelinde "boşa atılan paralar" korkusu yatmaktadır! Bu yüzden, özellikle reklam ajanlarıyla siyasi partiler arasında yıllar boyu kapatılamamış hesapların pazarlık dedikoduları hâlâ konuşulmaktadır.
Balık yerken boğazına irice bir kılçık kaçan balık sever bir vatandaş telaş içinde hastaneye koşar ve doktordan kendisini kurtarmasını ister. Gereken müdaheleden sonra kılçıktan kurtulan vatandaş doktora borcunun ne olduğunu sorar. Doktorun cevabı kısa ve özdür: Kılçık boğazınızdayken bana ödemeyi düşündüğünüz meblağın üçte birine teşekkür ederim efendim! Bu anektodu, seçimlerde barajı geçemeyecek partilerimizin liderlerinin ve onların tanıtımını üstlenen reklâm şirketleri yöneticelerinin bilgilerine sunuyorum! Çünkü, bu seçimlerden sonra da kampanya borçlarının "Pazara değil mezara kadar" ödenmeme riski devam edecektir! Seçim ola, hayır ola!