Can Kıraç
İşhayatına atıldığım 1950 yılında ülkemizde yaşanan siyasal gelişmeler özellikle Atatürkçü gençlerin politikaya ilgi duymalarını özendirmekteydi. 14 Mayıs?ta Demokrat Parti nin iktidara gelmesi ile, demokrasi nin kural tanımayan bir özgürlük olduğu sanılmıştı. Herkes dilediğini söylüyor, her düşünce serbestçe yazılıyor, hatta cumhuriyet karşıtları intikam almaya hazırlanıyorlardı. Bu bilinçsiz özgürlük, Atatürk düşmanlarını cesaretlendirmişti. Atatürk ü, O nun gerçekleştirdiği devrimleri karalamak, bugün olduğu gibi, marifet sayılmaya başlanmıştı.
Olaylar karşısında, ben, Atatürk ilkelerini benimsemiş bir genç olarak bu mücadelede taraf olmaya karar vermiştim. İlk girişimim, 1951 yılı başında CHP Çankaya İlçesi ne üyelik kaydımı yaptırmak olmuştu. Bu günlerde İstanbul daki gençler İNKILÂP ve GENÇLİK ismi ile bir siyasî gençlik gazetesi çıkarıyorlardı. Gazetenin imtiyaz sahibi İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencilerinden Galip Baloğlu, genel yayın müdürü de aynı üniversiteden Murat Şahin di. Talebe Federasyonu döneminden arkadaşlığımız devam eden Galip ve Murat İnkılâp ve Gençlik Gazetesine yazı yazmamı istemişlerdi. Bu tekliften çok heyecan duymuştum! Hiç olmazsa ben de düşüncelerimi özgürce yazabilecektim.
-Hatalı Yol!-,
-Nereye Gidiyoruz?,
-Baba Neslini İkaz!
- başlıklı yazılarıma gelen olumlu tepkiler bana cesaret vermeye başlamıştı.
Ancak bunun keyfi uzun sürmeyecekti. Bir sabah Murat Şahin telefonla arıyor ve Adalet Bakanlığı emriyle hakkımızda -memleketin emniyetini tehlikeye sokmaktan- dava açıldığını, Burhan Apaydın ın gazetenin avukatlığını üstlendiğini ve duruşma günü muhakkak İstanbul da bulunmam gerektiğini heyecanlı bir sesle haber veriyordu. İstanbul a gidebilmek için şirket yönetiminden izin almalıydım. Patronum Bernar Nahum konuyu öğrenince en az benim kadar endişelenmişti! -Kuzum sen şaşırmışsın! Böyle bir ortamda içeri girersen seni bir daha bulamayız! Buradan ayrılma, ben Vehbi Beye gidiyorum!
- O an anlamıştım ki benim durumum gerçekten vâhimdir!. Hâkim ve savcıya hesap vermeye hazırlanırken, benim daha önce Vehbi Koç tan aklanmam gerekecektir.
Aradan on dakika bile geçmemişti ki Vehbi Beyin yazımla beraber beni beklediğini öğreniyordum. Böylece, işe başladığım 29 Ağustos 1950 den sonra Vehbi Koç un çalışma odasına ikinci defa girmiş olacaktım! Hızlı adımlarla yürürken kendi kendime şöyle düşünüyordum:-Bir yılımı bile dolduramadan işime son verilecek! Halbuki, işimi ve arkadaşlarımı seviyordum. Memleketi kurtarmak bana mı düşmüştü?!-
Vehbi Bey nefes nefese olduğumu görünce; -Yahu sen genç adamsın, elli adımlık yoldan böyle mi gelinir? Şöyle otur, soluğunu dinlendir bakalım!- demişti. Vehbi Bey in babacan davranışı beni sakinleştirmişti.Konuyu özetledikten sonra, sıra yazıyı okumama gelmişti.
-Yüksek sesle ve tane tane okuyacaksın!- uyarısını alınca, her kelimenin hakkını vermeye başlamıştım;
-...Yarattığınız inkılâplarla sizler tarihe şekil verirken, bizler inkılâpları yaşatacak nesil olarak dünyaya gözlerimizi yeni açıyorduk...
-Doğru !
-...Bugün kalplerimiz inanışlarımızdaki samimiyetin en hassas olduğu bir çağın heyecanı ile dolu...İnkılâplara olan bağlılığımız inancımızı bozmak isteyen kafaları koparacak kadar cesur!
-Bravo !
-Türk İnkılâbı milletin değil putlaştırılan insanların marifetidir diyenler, sizler susarkan, puttur diyerek Atatürk heykellerini kırıyorlar. Onlar söylüyorlar, sizler susuyorsunuz!..Daima susuyorsunuz! Tahammüllerimizi aşarcasına susuyorsunuz! Ve sizdeki sükût bizde isyan oluyor!
-Sen müthiş bir adamsın yahu!
-...Ve eğer, emanetleri devralan genç nesiller, işe daima inkılâp düşmanlarına karşı yapacakları mücadele ile başlıyacaklarsa, şüp-heniz olmasın ki, yetişen her yeni nesil, kendinden önce yaşamış olanların kabahatlerini kolay kolay affetmeyecektir...
-Bu yazının altına ben bile imzamı atarım !
Vehbi Bey den beklemediğim bu olumlu yaklaşım beni yüreklendirmişti.
-Sen ne zaman İstanbul a gidiyorsun?
-Dava iki gün sonra görülecek.
-Ben önce avukat Cafer Tüzel ile görüşeceğim. Beraatini sağlayacak hukukî yolları bulmalıyız.
Kapının önüne konacağımı beklerken, büyük patronun, aklanmam için harekete geçtiğini görmek beni umutlu bir bekleyişe sokmuştu. İstanbul a hareketimden önce, Vehbi Koç un makam odasında Cafer Tüzel ve dönemin Cumhuriyet Başsavcısı ile bir araya gelmiş ve onlardan savunma taktikleri almıştım. Bu taktiklerden birincisi, mahkeme salonunda, yargıçlar önünde yazımı okumamdı. İkincisi ise beraat talebinde bulunmamaktı! Evet, yanlış okumadınız beraat talebinde bulunmamak.
Duruşma günü mahkeme salonunu üniversite gençleri doldurmuştu. Yazımı okuduktan sonra, son söz olarak şu görüşümü dile getirmiştim: -Sayın Yargıçlar! Ulusumun yücelmesini amaç edinmiş bir genç olarak huzurunuzda bulunuyorum. Yazımdaki görüşlerimi her ne pahasına olursa olsun daima savunacağım. Yüksek mahke-menizden beraatimi talep etmiyorum! Kararınıza uymak benim için onurlu bir görev olacaktır!-
Arkadaşlarımın elleri üstünde mahkeme salonundan çıkışımı bugün bile heyecanla hatırlarım. Ertesi sabah gazeteler aklandığımı kamuoyuna duyuruyor ve yazımdan bazı bölümleri yayımlıyorlardı.
İstanbul dan Ankara ya trenle dönerken, herkesin benimle ilgilendiğini sanacak kadar kendimden geçmiştim! Ancak, bu tantanaya rağmen, ben, geleceğim için boş hayâller kurmamaya kararlıydım ve ertesi sabah gene 7.30 da işimin başındaydım. Aynı gün öğlene doğru Vehbi Bey trafından çağrılmıştım. Artık bu konunun konuşulmasını istemiyordum. Büyük patronun yanına mahcubiyet içinde girmiştim...
-Geçmiş olsun!. Gazeteleri okudum sen çok ünlüymüşsün de bizim haberimiz yokmuş!
-Estâğfurullah efendim!
-Estâğfurullah da ne demek? Senin yolun belli! Senin yerin orası!
Vehbi Koç un oturduğu binanın arka cephesinden tarihi Türkiye Millet Meclisi görünürdü.Vehbi Bey in
-senin yerin orası- diyerek gösterdiği istikamet Millet Meclisi binasıydı!
-Beyefendi! Böyle bir arzum ve niyetim yok. Ben iş hayatında kalmak ve ilerlemek istiyorum..
-Yok yok! Eğer niyetin politikaya girmekse sana orada da destek olurum.
-Hayır! Kesinlikle böyle bir niyetim yok!..
-Bu önemli bir karardır. Hemen cevap verme. Yirmidört saat düşün. Sonra bana gel kararını açıkla.
Hayatın ne olduğunu anlamakta henüz deneyim kazanmadan, politikaya girmem konusunda ciddî bir teklifle karşılaşıyordum! O gece durumu babama açmış ve bana yol göstermesini istemiştim.
-Vehbi Bey seni sınıyor! İşhayatına bağlı kalıp kalmayacağını anlamaya çalışıyor. Sakın yanlış bir izlenim verme!- Babamın bu uyarısı ile ayaklarımın yeniden yere bastığını hissetmiştim. Ertesi gün Vehbi Bey in yanında bir kaç dakika kalmış ve kendisine kararımın -Koç ta çalışmak- olduğunu açıklamıştım...Ve bu sözü verirken, bunun, 41 yıl sürecek bir sadakat andı olacağını asla düşünmemiştim!..
Bütün Dünya yazarı olarak bugünkü patronum Mete Akyol bu mahkeme konusunu, 43 yıl sonra, 23 Ocak 1994 tarihli STAR dergisinde -Basın sanığı Can Kıraç!- başlıklı yazısı ile yeniden gün ışığına çıkarmıştı. Akyol konuyu şöyle açıklıyordu:-Hüseyin Cahit Yalçın, Bedii Faik, Ahmed Emin Yalman, Metin Toker, Şinasi Nahit Berker, Beyhan Cenkçi, Ülkü Arman, Yusuf Ziya Ademhan, Ratip Tahir Burak ve...Adlarını şimdi bir çırpıda hatırlayamadığımız daha birçok gazetecinin ortak özellikleri nedir bilir misiniz? Bu gazetecilerin ortak özellikleri,1950 yılında Demokrat Parti nin iktidara gelmesiyle Türkiye de başlayan, Türkiye ye özgü demokrasi döneminde, yazılariyle görüşlerini açıkladıkları için mahkemeye verilmeleri ve hatta hapis cezasına mahkûm edilerek cezaevine gönderilmeleridir. Pekiyi, -Made in Turkey- damgalı demokrasinin o ilk döneminin estirdiği -Made in Turkey- damgalı o günlerin özgürlük rüzgarının mahkemeye sürüklediği ilk yazarımızın kim olduğunu bilir misiniz? Bilmenizden vazgeçtik, kırk yıl düşünseniz bile, yine de aklınıza getiremezsiniz bu kişinin kim olduğunu. Çünkü, Türkiye nin demokrasi döneminde, bir gazetede yayınlanan yazısından ötürü mahkemeye verilen, hakkında dava açılan ve yargıç karşısına çıkarılan bu ilk kişi, ülkemiz sanayiinin önde anılan isimlerinden Can Kıraç tır.?
Bugün, özgür bir yazar (!) olarak, 2002 yılının, hepimize, barış ve sevgi dolu günler yaşatmasını diliyorum.
Ocak 2002