GÖZLEM GAZETESİ
30 OCAK 1997
"Hayallerime gelince !
İnsanlarla ilişki kurmak bana hep heyecan ve keyif vermiştir! İnsanları anlamaya, onların düşünce dünyalarına ulaşabilmeye daima özlem duymuşumdur. Hayatımın bundan sonraki bölümünde, yazarak, konuşarak, insan olmanın zevkini yaşayarak, özgürlüğün coşkusuna bulaşmak istiyorum. Bunun için de "Hayatın yeni bir sahilinden" sizlere sevgilerimi sunuyorum. Tıpkı halk ozanı Aşık Veysel'in seslendiği gibi:
Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın "
ANILARIMLA PATRONUM VEHBİ KOÇ kitabının son satırlarında bu cümleler yer alıyor ve Can Kıraç ilerleyen günler için yeni bir kitabın müjdesini veriyor.
Kıraç Gözlem ailesinin de bir üyesi. Gözlem okurları kendisini "Can Kıraç'ın Fotomontajları" köşesinden tanıyor. Misafirperver, alçakgönüllü ve kibar. Mavi gözlerinde ve gülen yüzünde, içindeki insan ve dost sevgisinin pırıltılarını yakalayabildiğiniz ender insanlardan. Gençlere değer verdiğini belli eden davranışları yanında, insana huzur veren zevkle döşenmiş odasında "Sade vatandaş" Kıraç'la sohbet o kadar güzeldi ki, vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. Can Kıraç sorularımızı, profesyonel eski bir yönetici ya da iş dünyasının tanınmış bir siması olarak değil, artık emekli olmuş, keyif aldığı işlerle uğraşan, kitap yazan "Sade vatandaş" kimliğiyle yanıtladı.
Esin Çelik- Sohbetimize kitabınızdan söz ederek başlamak istiyorum. Gözlem okurları için kitabınızdan bahseder misiniz biraz?
Can Kıraç- Benim kitabım artık eskidi! 1995 yılı Ekim ayında piyasaya çıktı ve bugüne kadar onbeş baskı yaptı. Vehbi Koç'un Türk iş hayatında çok önemli bir yeri bulunduğu için, kitabım, tahminle-rimin ötesinde ilgi görmüş oldu. Özellikle gençler Vehbi Koç'un hayat hikayesini merak ediyorlar. Onun başarılarında sihirli bir taraf bulunup bulunmadığını araştırıyorlar. Kendilerine ; "Acaba ben de bir Vehbi Koç olabilir miyim?" sorusunu soruyorlar. Üniversitelerde ve kültür kulüplerinde yaptığım konuşmalarda, gençlerin, Vehbi Koç'un başarısındaki mucizeyi öğrenmeye çok önem verdiklerini hissediyorum ve bundan, ülkemizin yarılarıı için umutlanıyorum. ªimdi, birinci kitabımın gördüğü ilgiden esinlenerek, ülkemizin yetiştirdiği diğer Koç'ları anlatmak istiyorum. Cumhuriyet döneminde yaşanmış, ekonomik, sosyal ve siyasal olayları geri planda tutarak, girişimci insanlarımızdan bir gurubun, hayatlarındaki kesitleri, başarılarını, hayal kırıklıklarını, roman uslubu içinde anlatmaya çalışıyorum.
E.Ç.- Kitabı ne zaman tamamlayacaksınız ?
C.K.- Çok yavaş ilerliyorum ! Bunda tembelliğimin rolü var. Artık hızlı tempoda yaşamak istemiyorum . Kaldı ki acele etmeme de bir gerek yok. Konuların güncelliği kaybolmasın diye bir telaş için değilim. Çünkü, işlediğim konuları yaşanmış olaylardan alıyorum. Bu çalışmamın da bir belgesel omasına özen gösteriyorum.
E.Ç.- Yazarlığa önem verdiğinizi görüyorum.
C.K.- Yazı yazmak benim hayatımda önemli bir yer tutuyor. Emekli olduktan sonra, hayatıma, ticari veya sinai hiç bir faaliyet girmedi. Artık, yalnız merak beslediğim alanlara zaman ayırıyorum ve bundan da büyük bir mutluluk duyuyorum. "Gözlem" okucularının bildikleri "Fotomontaj" çalışmalarım da bana çok keyif veriyor. Zaman zaman dostlarıma da fotomontajlı kartlar göndererek bu uğraşımı sürdürüyorum. Fakültelerde, derneklerde ve şirketlerde yaptığım konuşmalar da zamanımı değerlendirmem de önemli bir yer tutuyor.
E.Ç.- Sizin fotomontajlarınızın gazetemize ulaştığı günler, biz Gözlem çalışanları, ayrı bir merak ve keyif yaşarız!
C.K.- Fotomontaj yaparken mizahi tarafını iyi yakalarsam ben de çok gülüyorum! Eşim bazen bana hayret ediyor, "Sen kendi kendinle gülerek mutlu oluyorsun" diyor. Gerçekten, bunları keyif duyduğum için yapıyorum. Amacım insanları hicvetmek değil. Ancak, ülkemizde öyle olaylar yaşanıyor ki, bunları mizahi bir bakışla değerlendirmek konuyu daha ilginç yapıyor . Mizahi yaklaşım, eleştiri uslubunu da yumuşatıyor.
E.Ç.- Emekli olduktan sonra hayat anlayışınızda köklü bir değişiklik oldu mu ?
C.K.- ªimdi şu gerçeği anlamış bulunuyorum: İnsanlar deneyimlerini gelecek kuşaklara aktarmalıdır. Hayat, nesilden nesile devam eden bir yarış gibi! Hergün yeni bir şey öğreniliyor. Ama, herkesin herşeyi aynı zamanda yaşaması da mümkün değil. Bu duygularla, insanların, yaşadıkları ilginç olayları, bunların sonuçlarını, yorumlarını başkalarıyla paylaşmalarını gerekli görüyorum. Ben 70 yaşıma merdiven dayadım! Kendimi hâlâ yaşlı bulmuyorum! Buna rağmen hayatımı sorgulamaktan geri kalmıyorum. Artık biliyorum ki, hayatın en önemli yönü "zaman"dır. Ne yazık ki, çoğumuz, zamanın kıymetini bilmeden, bir ömrü tamamlayıp kaybolup gidiyoruz. Eğer ben, zamanı kullanmanın önemini ve değerini gençlik yıllarımda öğrenmiş olsaydım, çok daha değerli çalışmalar yapabilirdim. Örneğin, bir kaç yıldır yaşadığım bir bunalımım var! Ben, eskiden beri kitaba ilgi duymuşumdur. Bunun için de, yurt içirden, yurt dışından devamlı kitap satın almışımdır. Ancak, çalışma temposu ve telaşı içinde, bunların çoğunu okuma fırsatı bulamamışımdır.
Eşimin; " Durmadan kitap alıyorsun ve okuma fırsatı bulamıyorsun, bunlar ne olacak?" eleştirisini şöyle cevaplıyordum: "Emekliliğimde bol vaktim olacak, ilerisi için hazırlık yapıyorum!" ªimdi emekliyim ve yılda en hızlı tempomla yirmi kitap okuyabiliyorum. Okuma tempomu arttırmak için hızlı okuma metodlarını da denedim. O zaman okuduğum kitaplardan zevk almadığımı gördüm. Bu yapay sistemlerin iş adamlarına yaradığını sanıyorum! ªimdi, en iyimser bir tahminle seksen yaşıma kadar, bir on sene daha, yılda yirmişer kitap okuyabilirsem, ikiyüz kitap daha okumuş olacağım. Halbuki kitaplığımda, beni bekleyen daha bir kaç bin kitabım var! İşin dramatik bir yönü de, hâlâ kitap almaya devam ediyorum. İşte bu gibi olaylar, zamanın ve zamanı kullanmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bunun için de, gençlere, her vesileyle zamanlarını iyi kullanmalarını öğütlüyorum.
E.Ç.- bu günlerde ülke ekonomisinde bir takım şeyler iyiye gidiyormuş
denerek pembe tablolar çiziliyor. Sizce de Türkiye ekonomisi gerçekten iyiye mi gidiyor?
C.K.- Ben, bu beklentiyi olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorum. Pembe tablonun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini kestirmek için henüz erken bir dönemde bulunuyoruz. Ancak, pembe beklentileri bir hedef olarak algılamanın doğruluğuna inanıyorum. Yıllardan beri enflasyonun düşmesini bekledik. Buna, ne hükümetler ne de vatandaşlar inanmadı. Bugün; enflasyonun gerileyeceğine, faizlerin düşeceğine, döviz rezervlerinin daha verimli kullanılacağına inanılmaya başlanmışsa, konunun psikolojik yönü halledilmiş demektir.
E.Ç.- Son günlerde Türkiye'nin gündemindeki kirlilikle ilgili olarak neler düşünüyorsunuz?
C.K.- Demokrasi öyle bir süreç ki, hergün, insanlara yeni heyecanlar aşılıyor, yeni beklentilere yönlendiriyor. Uzun bir süreden beri, ülke-mizde, "şeffaf" uygulamalara geçilmesini bekledik. Politikacılarımızın vaadlerine inandık. Bugün henüz özlemini duyduğumuz şeffaflığa ve temiz yönetime kavuşamadık. Susurluk olayı, büyük bir yumağın ip-ucunu belli etmiş oldu. ªimdi, herkes, ipin ucunu çekerek gerçekleri bulmaya çalışıyor. Sonucun ne olacağını bilmemekle beraber, toplumun, gerçekleri öğrenmeye ciddi olarak yöneldiğini görüyoruz. Ben, bu gelişmeyi de, ekonomideki pembe beklentiler gibi, yararlı buluyorum. Bu ilgiyi, katılımcı demokrasinin, ulusça benimsendiği şekilde algılıyorum.
E.Ç.-"Temiz toplum" arayışında medyanın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
C.K.- Uzun yıllardan sonra yazılı basının tirajı beş milyon sınırını aştı. Televizyon kanalları, bütün gün, gözlerimizin önünde, izleyicileri olaylardan olaylara götürüyor. Bütün bu gelişmelerin, demokratikleşme sürecini hızlandıracağına inanıyorum. Ancak, bazı konularda "ölçüyü kaçırıyor muyuz?" diye kendimi sorguladığım anlar oluyor. Bekleyeceğiz ve göreceğiz!
E.Ç.- Bu demokratikleşme ortamında Avrupa Birliği ile bütünleşme konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
C.K.- Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üye olarak katılmasının, kısa sürede gerçekleşeceğini beklemiyorum. Buna rağmen, "Çağdaş ülke-Çağdaş Ulus" olma hedefimizi kaybetmemeliyiz. Parlamentomuzun , Avrupa ile bütünleşmek konusunda beklenilen gayreti gösterdiğini sanmıyorum. Bu durumda, sivil toplum örgütlerinin öne çıkmalarını, kamu oyunu yönlendirmelerini ve siyasi partilere baskı koymalarını bekliyorum.
E.Ç.- 2000 yılına çok az bir zaman kala, 21. yüzyılda nasıl bir Türkiye hayal ediyorsiniz?
C.K.- 2000 yılı sendromunu, ben, takvimsel bir beklenti olarak görü-yorum. İnsanlar, belirli tarihlerde; doğdukları, eğitimlerini tamaladıkları, askerlik yaptıkları, evlendikleri ve sonunda da öldükleri için, takvim olayına önem veriyorlar. Ben, bu anlamda, 2000 yılının bize büyük bir yenilik getireceğini sanmıyorum. Buna rağmen, 21. yüzyıla geçişin, sembolik bir anlamı olacağına da inanıyorum. Bu inançla, örneğin ulusumuza şöyle seslenmek istiyorum: " Ey Türk Ulusu! 1064 gün sonra (bu röportaj 30 Ocak 1997 günü yapılmıştır) 2000 yılına girmiş olacağız. Artık, daha çağdaş olmaya özen göster. Daha çok çalışmaya başla. Memleket meselelerine daha çok ilgi duy.
Yüreğine daha çok sevgi doldur."
2000'li yıllar sizlerin yılları olacaktır. Dileğim, genç kuşakların,
2000'li yıllarda daha mutlu bir ortamda yaşamalarıdır.