Can Kıraç
Gazeteci ve yazar Mete Akyol, benim basın suçlusu olarak mahkemeye düşüşümü, 43 yıl sonra, 23 Ocak 1994 tarihli STAR dergisinde "Basın sanığı Can Kıraç" başlıklı yazısı ile yeniden gün ışığına çıkarmıştı. Akyol konuyu şöyle açıklıyordu: "Hüseyin Cahit Yalçın, Bedii Faik, Ahmed Emin Yalman, Metin Toker, Şinasi Nahit Berker, Beyhan Cenkçi, Ülkü Arman, Yusuf Ziya Ademhan, Ratip Tahir Burak ve...Adlarını şimdi bir çırpıda hatırlayamadığımız daha birçok gazetecinin ortak özellikleri nedir, bilir misiniz? Bu gazetecilerin ortak özellikleri, 1950 yılında Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle Türkiye'de başlayan, Türkiye'ye özgü demokrasi döneminde, yazılariyle görüşlerini açıkladıkları için mahkemeye verilmeleri ve hatta hapis cezasına mahkûm edilerek, cezaevine gönderilmeleridir. Pekiii..."Made in Turkey" damgalı demokrasinin o ilk döneminin estirdiği "Made in Turkey" damgalı o günlerin özgürlük rüzgarının mahkemeye sürüklediği ilk yazarımızın kim olduğunu bilir misiniz? Bilmenizden vazgeçtik, kırk yıl düşünseniz bile, yine de aklınıza getiremezsiniz bu kişinin kim olduğunu. Çünkü...Türkiye'nin demokrasi döneminde, bir gazetede yayınlanan yazısından ötürü mahkemeye verilen, hakkında dava açılan ve yargıç karşısına çıkarılan bu ilk kişi, ülkemiz sanayiinin önde anılan isimlerinden Can Kıraç'tır. Bu yazısı ve savunması nedeniyle gözü pek bir Atatürk devrimleri savunucusu olduğunu o yıllarda kanıtlayan Can Kıraç, aynı yazısı ve savunması ile daha sonraki yıllarda ise, kendisinin bile aklına asla getiremeyeceği önemli bir sıfatın ve önemli bir hizmetin de sahibi olmuştur."
BABA NESLİNİ NİÇİN UYARDIM ?
1950 Ağustos ayında Koç'a girmeden önce Türkiye Millî Talebe Federasyonu başkanlığı yapıyordum. Üniversite öğrenciliğim bittiği için Federasyon başkanlığım da sona ermişti. Ancak,iş hayatına atıldığım o günlerde ülke-mizde yaşanan siyasal gelişmeler, özellikle Atatürkçü gençlerin politikaya ilgi duymalarını teşvik etmekteydi. 14 Mayıs seçimi ile Demokrat Parti'nin iktidara gelmesİ, "demokrasi"nin bütün kuralları ile yürürlüğe girişi gibi yorumlanmıştı. Herkes dilediğini söylüyor,düşündüğünü serbestçe yazabiliyordu. Ancak,bu bilinçsiz özgürlük, Atatürk düşmanlarını cesaretlendirmişti. Atatürk'ü, onun gerçekleştirdiği devrimleri karalamak, bugün olduğu gibi, marifet sayılmaya başlanmıştı.
Olaylar karşısında, ben de Atatürk ilkelerini benimsemiş bir genç olarak, bu mücadelede taraf olmaya karar vermiştim. İlk girişimim, 1951 yılı başında, CHP Çankaya İlçesi'ne üyelik kaydımı yaptırmak olmuştu. Bunlar olup biterken İstanbul'daki gençler İNKILÂP ve GENÇLİK ismi ile onbeş günde yayınlanan bir siyasî gençlik gazetesi çıkarıyorlardı. Gazetenin imtiyaz sahibi İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencilerinden Galip Baloğlu, Genel Yayın Müdürü de aynı Üniversiteden Murat Şahin'di. Talebe Federasyonu döneminden arkadaşlığımız devam eden Galip ve Murat İnkılâp ve Gençlik Gazetesi'ne yazı yazmamı istemişlerdi. Bu tekliften çok heyecan duymuştum! Hiç olmazsa ben de düşüncelerimi özgürce yazabilecektim. "Hatalı Yol!", "Nereye Gidiyoruz ?","Baba Neslini İkâz!" başlıklı yazılarımın gazetede yayınlanması, bana, büyük hâz vermeye başlamıştı. Ancak, bunun keyfi uzun sürmeyecekti. Bir sabah, Murat Şahin beni telefonla arıyor ve Adalet Bakanlığı emriyle hakkımızda "memleketin emniyetini tehlikeye sokmaktan" dava açıldığını, Burhan Apaydın'ın gazetenin avukatlığını üstlendiğini ve duruşma günü muhakkak İstanbul'da bulunmam gerektiğini heyecanlı bir sesle haber veriyordu. İstanbul'a gidebilmek için patronum Bernar Nahum'dan izin almalıydım. Konuyu öğrenince en az benim kadar endişelenmişti; "Kuzum sen şaşırmışsın! Böyle bir ortamda içeri girersen biz seni bir daha bulamayız! Buradan ayrılma, ben Vehbi Bey'e gidiyorum!" O an anlamıştım ki benim durumum gerçekten vâhimdir! Zira, hâkim ve savcıya hesap vermeye hazırlanırken, benim daha önce, Vehbi Koç'tan beraat kararı almam gerekecektir. Aradan on dakika bile geçmemişti ki, Koç'taki acemiliklerimi aşmama yardım eden arkadaşım Bahir Uysaler, Vehbi Bey'in yazımla beraber beni beklediği bildiriyordu. Böylece, işe başladığım 29 Ağustos 1950'den sonra Vehbi Koç'un çalışma odasına ikinci defa girmiş olacaktım! Hızlı adımlarla yürürken kendi kendime şöyle düşünüyordum: "Bir yılımı bile dolduramadan işime son verilecek! Halbuki, işimi ve arkadaşlarımı seviyordum. Memleketi kurtarmak bana mı düşmüştü?" Vehbi Bey nefes nefese olduğumu görünce; "Yahu sen genç adamsın, elli adımlık yoldan böyle mi gelinir? Şöyle otur, soluğunu dinlendir bakalım!" demişti. Vehbi Bey'in babacan davranışı beni sakinleştirmişti. Konuyu özetledikten sonra, sıra yazıyı okumama gelmişti. "Yüksek sesle ve tane tane okuyacaksın!" tâlimatını da alınca, ben, her kelimenin hakkını vermeye başlamıştım;
"...Yarattığınız inkılâplarla sizler tarihe şekil verirken, bizler inkılâpları yaşatacak nesil olarak dünyaya gözlerimizi yeni açıyorduk..."
-Doğru !
"...Bugün kalplerimiz inanışlarımızdaki samimiyetin en hassas olduğu bir çağın heyecanı ile dolu. İnkılâplara olan bağlılığımız inancımızı bozmak isteyen kafaları koparacak kadar cesur!"
-Bravo !
"Türk İnkılâbı milletin değil putlaştırılan insanların marifetidir diyenler, sizler susarkan, puttur diyerek Atatürk heykellerini kırıyorlar...Onlar söylüyorlar, sizler susuyorsunuz!..Daima susuyorsunuz!Tahammüllerimizi aşarcasına susuyorsunuz! Ve sizdeki sükût bizde isyan oluyor!"
-Sen müthiş bir adamsın yahu!
"...Ve eğer,emanetleri devralan genç nesiller,işe daima inkılâp düşmanlarına karşı yapacakları mücadele ile başlıyacaklarsa, şüpheniz olmasın ki, yetişen her yeni nesil, kendinden önce yaşamış olanların kabahatlerini kolay kolay affetmeyecektir..."
-Bu yazının altına ben bile imzamı atarım !
Vehbi Bey'den beklemediğim bu olumlu yaklaşım beni yüreklendirmişti...
-Sen ne zaman İstanbul'a gidiyorsun?
-Dava iki gün sonra görülecek.
-Ben önce Cafer Tüzel ile görüşeceğim. Beraatini sağlayacak hukukî yolları bulmalıyız. Masandan başka yere ayrılma. Ben seni arayacağım...
Kapının önüne konacağımı beklerken, büyük patronun, aklanmam için harekete geçtiğini görmek beni umutlu bir bekleyişe sokmuştu. İstanbul'a hareketimden önce, Vehbi Koç'un makam odasında, Cafer Tüzel ve dönemin cumhuriyet başsavcısı ile bir araya gelmiş ve onlardan savunma taktikleri almıştım. Bu taktiklerden birincisi, mahkemede yargıçlar önünde yazımı okumayı sağlamamdı. İkincisi ise beraat talebinde bulunmamaktı! Evet, yanlış okumadınız beraat talebinde bulunmamak. Duruşma günü mahkeme salonunu üniversite gençleri doldurmuştu. Yazımı okuduktan sonra, son söz olarak şu görüşümü dile getirmiştim: "Sayın Yargıçlar! Memleketi için faydalı ve iyi vatandaşlığı gaye edinmiş bir genç olarak huzurunuza açık kalplilikle çıktım. İnanç ve kanaatlerimi huzur içinde ifade ettim. Yüksek mahkemenizden beraatimi talep etmiyorum! Çünkü kararlarına daima hürmet ve minnet beslenen Türk adliyesinin bu husustaki kanaatine samimi bir itaatle uymak benim için de şerefli bir vazife olacaktır!" Tabii ki, bu kadar dramatik bir savunmanın sonucu beraatle noktalanmıştı. Arkadaşlarımın beni mahkeme salonundan eller üstünde çıkarmalarını hiç unutmuyorum. Ertesi sabah gazeteler dava sonucunu kamuoyuna duyuruyor ve yazımdan bazı bölümleri yayınlıyordu. İstanbul'dan Ankara'ya trenle dönerken, herkesin benimle ilgilendiğini sanacak kadar kendimden geçmiştim! Ancak, bu tantanaya rağmen, ben, geleceğim için boş hayâller kurmamaya kararlıydım ve ertesi sabah gene 7.30'da işimin başındaydım. İlk tekmili Mösyö Bernar'a vermiş ve kendisine bundan sonra işimin dışındaki konularla ilgilenmeyeceğimi açıklamıştım. Aynı gün öğlene doğru Vehbi Bey trafından çağrılmıştım. Artık bu konunun konuşulmasını istemiyordum. Büyük patronun yanına mahcubiyet içinde girmiştim.
-Geçmiş olsun!..Gazeteleri okudum sen çok ünlüymüşsün de bizim haberimiz yokmuş!
-Estâğfurullah efendim!
-Estâğfurullah da ne demek? Senin yolun belli! Senin yerin orası!"
Vehbi Koç'un oturduğu binanın arka cephesinden tarihi Türkiye Büyük Millet Meclisi görünürdü. Vehbi Bey'in "senin yerin orası" diyerek gösterdiği istikamet Meclis binasıydı!
-Beyefendi! Böyle bir arzum ve niyetim yok. Ben iş hayatında kalmak ve ilerlemek istiyorum..
-Yok yok! Eğer niyetin politikaya girmekse sana orada da destek olurum.
-Hayır! Kesinlikle böyle bir niyetim yok!..
-Bu önemli bir karardır. Hemen cevap verme! Yirmidört saat düşün. Sonra bana gel kararını açıkla."
Hayatın ne olduğunu anlamakta henüz deneyim kazanmadan, bir yıl içinde, politikaya girmem konusunda ikinci ciddî teklifle karşılaşıyordum! O gece durumu babama açmış ve bana yol göstermesini istemiştim. "Tarım Bakanı Nihat Eğriboz'dan sonra Vehbi Koç'un sana politikaya girmeyi teklif etmiş olması aynı şeyler değildir. Vehbi Bey seni sınamak istiyor.İş hayatına bağlı kalıp kalmayacağını anlamaya çalışıyor. Sakın yanlış bir izlenim verme!"
Babamın bu uyarısı ile ayaklarımın yeniden yere değdiğini hissetmiştim. Ertesi gün, Vehbi Bey'in yanında bir kaç dakika kalmış ve kendisine kararımın "Koç'ta çalışmak" olduğunu açıklamıştım. Ve bu sözü verirken, bunun kırkbir yıl sürecek bir sadâkat andı olacağını asla düşünmemiştim!