Can Kıraç
1991 yılı sonunda işdünyasından kopup hayatın yeni sahiline geçince, özellikle fakültelerden konuşmacı olarak davetler almaya başlamıştım.
Vehbi Bey yeni mesleğimi öğrenince bir gün beni telefonla aramış; ?Oralarda ne konuştuğunu bilmiyorum ama senin bazı sivri (!) görüşlerin vardır, benimle ilgili ileri geri konuşabilirsin, dolayısıyla her konuşmanı kasete alacak ve bana göndereceksin? diyerek bana olan güvenini (!) açıklamış ve uyarıda bulunmuştu. İş hayatından ayrılmış olmama rağmen Vehbi Koç değişmez patronumdu. Ben de ?Patron böyle istiyor? diyerek, Sony marka bir kayıt cihazıyla konferans konferans dolaşmaya başlamıştım. Bu geleneği, Vehbi Bey?in vefatından sonra da devam ettirdiğim için, dinleyicilerin; ?Kaseti Vehbi Koça nasıl ulaştıracaksınız?? sorusuyla karşılaşınca onlara şu umudumu duyuruyorum: ? Bir gün nasıl olsa buluşacağız! O zaman kasetleri beraberimde götüreceğim!
Benim konuşmacılığım Türkiye?de konuşmacılara para ödenmiyen bir dönemde başladı. O günlerde Güneş Taner?in paralı konuşmacı olduğunu öğrenmiş ben de beni davet edenlere bu gelişmeyi örnek olarak hatırlattığım zaman; Ama siz Güneş Taner değilsiniz! cevabı ile ağzımın payını almıştım. Ülkemizde bedava işe çok rağbet olduğundan ben konuşacak yer bulmakta hiç zorluk çekmedim. Ancak. zararın neresinden dönülse kârdır düşüncesiyle ?Ücret almayacağıma göre bu emeğimi başka bir şekilde değerlendirebilir miyim?? arayışına yöneldim. Emekli olduktan sonra eşim İnci yemek seçimime çok müdahele etmeye başlamıştı. Kolestrol, şeker, tansiyon korkusu yüzünden evimizde perhiz mönüleri ağırlık kazanmıştı. Bu sıkı rejime karşı bulduğum çareyi şöyle özetleyebilirim ?Konferans saatlerini öğle yemeği saatinin hemen arkasına yerleştirmek!? Böyle olunca davet sahipleri; ?Öyleyse öğlen yemeğini beraber yeriz!? demek zorunda kalıyorlar ve tuzağıma düşüyorlar. Ben de ?Ne çıkarsa bahtıma? diyerek konferans gününü iple çekiyorum!
Şimdi, acemi konuşmacı dönemime raslayan bir anımı aktaracağım. KOÇ Topluluğu?nda çalıştığım yılların sonuydu. Harp Akademisinden bir konferans daveti almıştım. Türk Sanayiinin içinde bulunduğu durumu?soru-cevaplı bir konferansta anlatmamı istiyorlardı. Oramiral Vural Beyazıt, Akademi Komutanı idi. Kurmay subayların karşısına çıkacağım için kendimi çok iyi hazırladım. Konuşmaya başlamadan önce Oramiral?den bana ne kadar zaman tanıdıklarını sordum. Komutan; ?Serbestsiniz, zamanı siz belirleyin? dedi. İlk acemiliğim heyecanım yüzünden başladı! Başlangıç hitabı olarak bir türlü ?Sayın Oramiralim!? diye-medim! Oramiral kelimesi sanki dilimi kilitlemişti, Or diyor gerisini getiremiyordum. Birkaç deneme sonuçsuz kalınca, Oramirali bırakıp, terler içinde, doğrudan konuşmama geçmiştim.
Bu defa ikinci acemilik kriziyle karşılaşmış, çok hazırlık yaptığım için olacak, konuşmamı bitirdiğimde üç saatin geçmiş olduğunu farketmiştim. Kurmay subaylar disiplin içinde beni dinlemişler, üç saat geçmiş olmasına rağmen sorularını yöneltmeyi aksatmamışlardı.
Akademiye geldiğimde Oramiral Vural Beyazıt büyük bir nezaketle beni şöyle cesaretlendirmiş: ?Sizin Türk sanayi yöneticisi olarak engin deneyimleriniz var. Bunlardan yararlanmayı bir program içinde devam ettirmek arzusundayız!? demişti. Tabii, dört saat süren bu ilk deneyimden sonra benim ?Akademi Konferanslarım? mâzide hoş bir seda olarak anılar arasına katılmış oluyordu. O günden sonra ne zaman Maslak?ta Harp Akademisi?nin önündem geçsem başımdan aşağıya bir kova sıcak suyun döküldüğünü hissediyorum!
(*)Bu yazımı, 2004 yılı Mart ayında yayımlanmış olan ANILAR OLAYLAR kitabımdan aldım. *